Hoşgeldin, Ziyaretçi
Sitemizden yararlanabilmek için Kayıt olmalısınız.

E-posta Adresiniz:
  

Şifreniz:
  





Forumda Ara

(Gelişmiş Arama)

Forum İstatistikleri
» Toplam Üyeler: 212
» Son Üye: suhausu
» Toplam Konular: 11,951
» Toplam Yorumlar: 12,905

Detaylı İstatistikler

 
  Veda Hutbesi hangi deve üzerinde verildi?
Yazar: SanalikaForum - 19-05-2017, 17:05 - Forum: Hayatı - Yorum Yok

Değerli kardeşimiz,
Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü vesselam, Veda Hutbesini, devesi Kasva'nın üzerinde irad buyurmuştur. (Vâkıdî, Megâzî, 3/11)
Peygamberimizin sözlerini, orada bulunanlara ulaştıran gür sesli münadiler vardı. Bunlardan biri, Rebia b. Ümeyye'yedir. (İbn İshak, 4/252)
Aleyhissalatü vesselam Efendimiz, “Söyle onlara” diyerek Rebia’ya iletiyor, o da gür sesiyle insanlara ulaştırıyordu. (İbn Esîr, 2/209)
Resûl-i Ekrem’in birkaç yerde yaptığı bu konuşmalarda soru-cevap tarzını kullandığı, çok kalabalık olan cemaatten birçoğunun duyması için aynı sözleri tekrar tekrar söylediği anlaşılmaktadır.
Konuşmaların sonunda tebliğini ulaştırdığını onaylatması iletişim açısından ayrı bir önem arz etmektedir.
Resûl-i Ekrem (asm) Vedâ haccı (10/632) sırasında Arafat, Mina ve Akabe gibi yerlerde ashaba hitap etmiş ve kısa, veciz bir şekilde tavsiyelerde bulunmuştur.
Bu hitabeler, Câhiz’in el-Beyân ve’t-tebyîn (II, 31-33) adlı eseri başta olmak üzere bazı tarih kitaplarında derlenerek uzunca bir Vedâ hutbesi metni teşkil edilmiştir.
“Hutbetü’l-vedâ” ifadesini ilk defa Câhiz kullanmış, bu ifade daha sonraki müelliflerce de benimsenmiştir.
Peygamber Efendimizin arefe günü Arafat’ta irat ettiği ilk hutbe Cübeyr b. Mut‘im, Câbir b. Abdullah ve Abdullah b. Mes‘ûd gibi sahâbîler tarafından nakledilmiştir.
Câbir b. Abdullah’ın anlatımına göre Hz. Peygamber Arafat’a gelince Nemire’de kendisi için kurulan çadıra yerleşmiş, güneş batıya doğru kayınca devesiyle vadinin ortasına gelmiş ve deve üzerinde ashaba hitap etmiş, Rebîa b. Ümeyye b. Halef adlı sahâbî de söylediklerini tekrarlamıştır.
Süleyman b. Amr b. Ahvas, Ebû Bekre ve İbn Abbas’ın naklettiklerine göre Resûl-i Ekrem bayramın birinci günü Mina’da da halka hitap etmiştir. İbn Abbas’ın hutbeyi naklettikten sonra, “Allah'a yemin ederim ki bu sözler Resûlullah'ın ümmetine vasiyetidir; burada hazır bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsinşeklindeki sözleri manidardır.
Hadis kaynaklarındaki bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber yine bayramın birinci günü şeytan taşlama yerlerine gittiğinde halka tekrar hitap etmiştir.
Bayramın ikinci veya üçüncü günlerinde aynı mevkide irat ettiği hutbeyi Abdullah b. Ömer, tâbiînden Ebû Nadre ve Ebû Hürre er-Rekkāşî amcasından naklen anlatmaktadır.
İbn Ömer’in bu rivayetine göre Nasr sûresi Vedâ haccı esnasında Mina’da teşrîk günlerinin birinde nâzil olmuş, Resûlullah bunun vedalaşma anlamına geldiğini anlamış, devesine binerek Akabe’ye gelmiş, sahâbîler onun etrafında toplanınca tekrar bir hutbe irat etmiştir.
Bazı rivayetlerde ise hitabelerin zamanı verilmemektedir. Muhtemelen yine bayram günlerinde Mina’da gerçekleşen hemen hemen aynı içerikteki bir hitabeyi de Amr b. Hârice ile Ebû Ümâme el-Bâhilî nakletmiştir.
Hz. Peygamber’in bu hutbelerinde söylediği sözler âdeta bir vedalaşma gibidir. Orada bulunanların şahsında bütün ümmetine mesajlar veren Resûlullah, hitabelerinin sonunda ashaba Allah’ın kendisine verdiği tebliğ görevini yerine getirip getirmediğini sormuş ve “evet” cevabını alınca, “Tebliğ ettim Allahım, şahit ol!” demiştir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu konuyu yazdır

  İblisin Allah'tan aldığı rahmet nedir?
Yazar: SanalikaForum - 19-05-2017, 17:05 - Forum: Hz. Muhammed (asm) - Yorum Yok

Değerli kardeşimiz,
- Hz. Muhammed’in alemlere rahmet olarak gönderilmesi hususunda farklı yorumlar yapılmıştır. Ancak en yaygın görüşe göre, ayette geçen “alemler”den maksat, mümin ve kâfir olan bütün insanlardır.
Müminler, onun gösterdiği yolda yürümek suretiyle, hem dünya hem ahiret hayatında elde ettikleri mutlu ve kutlu bir hayat ile rahmete mazhar olmuşlardır. Bu ümmetin kâfirleri de bu dünyada inkârcılıkla helak olan eski ümmetler gibi helak olmamakla onun rahmet yönünden istifade etmişler ve etmektedirler. (bk. Taberi, Razi, Kurtubi, Enbiya 21/107. ayetin tefsiri)
- Hz. Peygamber de değişik hadislerinde, kâfirler için de rahmet olarak gönderildiğini beyan etmiştir. (bk. Suyuti, ed-Durru’l-mensur, ilgili ayetin tefsiri)
Hatta insanlar, kendisinden bazı kâfirlerin aleyhinde beddua etmesini istediği zaman, “Ben lanetçi olarak değil, rahmet olarak gönderildiğim” diyerek isteklerini reddetmiştir. (bk. Suyuti, a.g.y)
Bu yorumlarda genellikle yalnız insanlar nazara alınmış olmakla beraber, imtihana tabi tutulan cinlerin mümin ve kâfirleri de buna dahildir. (bk. el-Bikai, ilgili yer).
- Diğer bir yoruma göre, Hz. Muhammed bütün insanlara ve cinlere rahmet olarak gönderilmiştir. Çünkü Ortaya koyduğu İslam dini, herkesi hidayete davet ediyor. Hem dünya hem ahiret saadetini temin eden prensipler vazediyor. Ancak, kâfirler bu rahmeti, bu nimeti kabul etmedikleri için kendilerini ondan mahrum ediyorlar. (bk. el-Meraği, ilgili yer)
- Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, İblis bu rahmetin içinde yoktur.
Zaten Kur’an’da değişik ayetlerde şeytan için “recim=rahmetten kovulmuş” ifadesinin kullanılması bunun delilidir.
Şayet bu umumi rahmetten dünyada İblis’e bir pay aranacaksa, onun da kıyamete kadar hayatta bırakılması, neslinin de toptan helak edilmemesi gibi hususlar bu rahmet cihetine birer örnek olabilir.
- Burada “müminlerin başına gelen musibetler ve sıkıntıların rahmet cihetiyle nasıl telif edilebilir?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Bunun cevabını ehlinden alacağız:
“Eğer denilse: Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?
Elcevab:
Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer.
Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı; "İslâmiyet tehlikededir, yangın var!" diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Her biri, kendi istidadına göre câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı.
Bir kısmı hadîslerin muhafazasına,
bir kısmı şeriatın muhafazasına,
bir kısmı hakaik-i imaniyenin muhafazasına,
bir kısmı Kuran’ın muhafazasına çalıştı ve hâkeza..
Herbir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa'yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi.
Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid'a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.
Güya dest-i kudret, celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktarına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kuran’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.” (Mektubat, 100 - 101)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu konuyu yazdır

  Peygamberimizin resmini ve suretini göstererek filmini yapmak caiz midir?
Yazar: SanalikaForum - 19-05-2017, 17:05 - Forum: Hz. Muhammed (asm) - Yorum Yok

Değerli kardeşimiz,
Bizim geleneğimizde peygamberlerin tam (yüzleri görülecek şekilde) resimleri yapılmamış, bu edebe aykırı telakki edilmiştir. Minyatürlerde bile peygamberlerin yüzleri çizilmemiş, resmin o kısmı boş bırakılmıştır. Bunun en azından üç sebebi vardır:
a) Yine bazı cahillerin onlarda, tanrıya ait bir kutsallık görmeleri ve tapınmaya kalkışmaları.
b) Yapılan resim onlara benzemeyeceği, hayali ve uydurma olacağı için, bir mânada, peygamber olmayan bir insana (surete) peygamberlik verilmesi, onun peygamber bilinmesi.
c) Temsil eden artistin veya çizilen resmin, görenlerin inanç ve duygularını olumsuz etkilemesi. 
İşte bu sebeplerle peygamberlerin resimlerini yapmak ve filmlerini çekmek de sakıncalıdır. Bırakalım insanlar peygamberleri, hayallerinde canlandırsınlar, onlara olan sevgi ve saygılarını korusunlar. Filmleri de -Çağrı filmi gibi bazı başarılı örneklerde görüldüğü gibi- kendileri gösterilmeden, konuşmaları verilerek yapılsın! 

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu konuyu yazdır

  Peygamberimiz, Kabe’nin yapımında yerini değiştirmek istemiş mi?
Yazar: SanalikaForum - 19-05-2017, 17:05 - Forum: Hz. Muhammed (asm) - Yorum Yok

Değerli kardeşimiz,
Evet, bu hadis sahih kaynaklarda vardır. 
Peygamberimiz (asm) Cahiliye döneminde yıkılan Kâbe binası yeniden yapılırken, –bugün adına hatîm denilen hıcr-i İsmâîl’in- neden duvarların dışında bırakıldığı anlatmış, bunun malzeme eksikliğinden kaynaklandığını açıklamış, “Halk İslam’a yeni girdiği ve henüz eski inançlarından psikolojik olarak da tamamen sıyrılmayanlar bulunduğu, Kâbe’yı yıkıp tam olarak yeniden yapması halinde bunun bazı kimselerin  inancına zarar verebileceğini düşünerek” yıkıp yapmaktan vazgeçmiştir.
Bu hadisi açıklayan alimlere göre, eğer Kâbe arsasının tama olarak duvarlarla örülmesi farz olsaydı Peygamberimiz bunu yapardı. Arsayı belirlediği ve tavaf için de bu arsanın etrafında dolaşmak yeterli olduğu için müstehab olan duvar tashihinden vazgeçti; çünkü bu müstehabbı (yapılması iyi fakat terk edilmesi de caiz olan) işi  yapsaydı zararı faydasından daha çok olabilecekti.
Bu hadisten ve uygulamadan çıkarılabilecek pek çok ders vardır.
Müminler ibadetlerinde ve diğer davranışlarında hem farz, vacib, sünnet, haram, mekruh, mübah gibi hükümlerin sıra ve derecelerine riayet etmeli, hem de yapılanın din ve dünya hayatına fayda ve zararını daime göz önünde bulundurmalıdırlar.
Bir de topluma yönelik ahlak eğitiminde, iyiyi koruma ve kötüyü engelleme(marufu emir, münkeri nehiy) vazifesinde yaparken bozmamaya, daha iyisini elde edeyim derken daha kötüsüne sebep olmamaya dikkat etmelidirler.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu konuyu yazdır

  Allah seni koruyacak, ayeti, Hz. Muhammed’in zehirlenmesinden önce mi indi?
Yazar: SanalikaForum - 19-05-2017, 17:05 - Forum: Hz. Muhammed (asm) - Yorum Yok

Değerli kardeşimiz,
İslam alimlerinin büyük çoğunluğu Maide suresi 67. ayetin, Mekke fethi ve Hayber gazvesinden önce indiğini tespit etmişlerdir. (bk. Saîd İsmail, Hakîkatu'l-Hılâf, Carbondale 1983, 25, 26)
Hz. Peygamber (asm) Hayber Savaşı sırasında zehirlenmiştir. Bu savaş Hicrî 7. yılın başlarında vuku bulmuştur. (el-Butî, Fıkhu’s-Sîre, s. 329)
Hz. Enes ve Hz. Aişe’den yapılan rivayetlere göre, Hz. Peygamber bu zehirlemeden sonra hayatı boyunca zaman zaman bu zehirin etkisiyle hasta oluyordu, vücuduna ateş basıyor, acı hissediyor ve sıkıntı çekiyordu. (İbn Hacer, 10/247)
Hz. Aişe’nin rivayetinde şu ifadelere yer verilmiştir: “Resulullah (asm) ölüm hastalığı içinde iken bana ‘Ey Aişe! Hayber’de yediğim (zehirli) yemeğin acısını hep hissede geldim. Şimdi ise, onun tesiriyle sırtımın/şahdamarımın koptuğunu hissediyorum’ buyurdu.” (Buharî, Magazî, 83; İbn Hacer, 8/131)
Buna göre, Hz. Peygamber (asm) bu zehirlemeden yaklaşık üç-dört yıl sonra vefat etmiştir. Bu da Hz. Peygamberin korumasını vadeden Maide Suresinin 67. ayetinin bir mucize olduğunun ayrı bir yansımasıdır. Çünkü bir zehir ki, üç-dört yıl sonra dahi tesirini göstermişse, dört yıl boyunca sebepler dairesinde olması gereken bu öldürücü tesirini askıya alan ancak Allah olabilir. Bu ise onun verdiği sözünü yerine getirdiğinin bir göstergesidir.
Bu durum, aynı zamanda sebeplerin bağımsız olarak hiç bir etkilerinin olmadığını, Allah’ın izni olmadan onların hiç bir şeyin oluşmasına katkılarının bulunmayacağını göstermektedir.
Kim bilir belki de Rahman ve Rahim olan Allah, habibine; nübüvvet, velayet ve şehadet mertebesini bir araya toplayarak huzuruna almak istediği için o zehirin etkisini de vefatına bir vesile kılmıştır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu konuyu yazdır

  Peygamber Efendimizin çok evlenmesinin hikmetleri nelerdir?
Yazar: SanalikaForum - 19-05-2017, 17:05 - Forum: Hayatı - Yorum Yok

Değerli kardeşimiz,
Mevzuyu ilk önce, O pâk şahsiyete bakan yönüyle ele alalım. Her şeyden evvel bilinmelidir ki, güzel ahlakın zirvesinde olan Efendimiz (sav), yirmi beş yaşına kadar hiç evlenmedi. O sıcak memleketin hususî durumu da göz önüne alınacak olursa, bu kadar zaman iffetiyle yaşaması ve bunun da, dün ve bugün böylece kabul ve teslim edilmesi, O’nda iffetin esas olduğunu ve müthiş bir irade ve nefis hâkimiyeti bulunduğunu gösterir. Eğer bu hususta, Efendimizin (sav) küçük bir hatası bulunsaydı, dünkü ve bugünkü düşmanları, bunu cihana ilân etmekten bir an bile geri kalmayacaklardı. Hâlbuki eski ve yeni bütün düşmanları, O’na hiç olmayacak şeyleri dayandırdıkları hâlde, bu yönde bir şey söyleme cüretini gösterememişlerdir.
Peygamberimiz (sav) ilk evliliklerini, yirmi beş yaşlarında iken yaptılar. Bu evlilik, Allah ve Resûlü (sav) katında çok yüce ve müstesna; fakat başından iki defa evlenme geçmiş kırk yaşındaki bir kadınla olmuştu. Bu mutlu yuva tam yirmi üç sene devam etmiş ve peygamberliğin sekizinci senesi kapanan bir perde gibi, arkada acı bir hasret bırakarak sona ermişti. Bu defa Efendimiz (sav) yirmi beş yaşına kadar olduğu gibi, yine yapayalnız kalmıştı. Evet, aile, çoluk çocuk her şeyiyle yirmi üç senelik bu mesut hayattan sonra, yeniden dört beş sene bekâr olarak yaşamışlardı ki; yaşları da elli üçe ulaşmış bulunuyordu.
İşte, diğer bütün evlilikleri de böyle evliliğe alâkanın azaldığı bu yaştan sonra başlar ve devam eder ki; sıcak bir memlekette elli beş yaşından sonra yapılan evlilikde, insani bir arzu ve şehevîlik görmek, ne insafın, ne de akıl ve kalbin kabulleneceği bir şeydir.
Burada akla gelen diğer bir mesele de, Efendimizin (sav) peygamberliğinin çok evlenmeyi gerektirdiği yönüdür:
A) Evvelâ, bilinmelidir ki, bu meseleyi, bu şekilde medar-ı bahs edenler, ya hiçbir din ve prensip kabul etmeyenlerdir ki, onların böyle bir şeyi kınamaya aslâ ve kat’â hakları yoktur. Zira onlar, bütün prensiplere karşıdırlar. Hiçbir kânun ve kayda tâbi olmaksızın, pek çok kadınla münasebet kurar; hatta mahremleriyle dahi nikâha müsade ederler. Yahut bunlar, belli kitaplara dayanan farklı din mensuplarıdır. Onların hücumu da, insafsızca, garazlı ve araştırılıp düşünülmeden yapılmış, hatta kendi namlarına üzülecek bir durumdadır. Çünkü, ellerindeki kitapların ve o kitaplara bağlı cemaatlerin kendi peygamberleri olarak kabul ettikleri, nice büyük peygamber vardır ki; bunlar birçok kadınla evlenmiş ve başlarından daha çok nikâh geçmiştir.
Meselâ; Süleyman (as) ve Davud (as) peygamberleri düşününce, onlara mensup olduklarını iddia edenlerin bu meseleye itiraz etme hususunda insaflı davranmadıkları açıkça ortaya çıkar. Dolayısıyla, çok kadınla evlenmeyi, Peygamberimiz (sav) başlatmadığı gibi; aynı zamanda çok evlilik, nübüvvetin ruhuna da zıt değildir. Kaldı ki; daha sonra görüleceği gibi birden fazla evliliğin peygamberlik vazifesi açısından da, düşünülenlerin de ötesinde pek çok faydaları vardır.
Evet, çok kadınla evlenme, özellikle yeni dini hükümler ve şeriatlarla gelen peygamberler için bir bakıma zarurîdir. Zira, dinin, aile mahremiyeti içinde cereyan eden pek çok yönleri vardır ki, bu yönleri ancak bir insanın nikâhlısı tam olarak öğrenebilir. Dolayısıyla, dinin bu yönlerini anlatmak için herhangi bir kapalı anlatım veya dolayısıyla ifade etme mecburiyetinde olunmadan -ki çok defa bu türlü anlatma tarzı anlamayı ve hayata tatbik noktalarını zorlaştırır- her şeyi alabildiğine açıklık içinde anlatacak, mürşidelere yani hanım öğreticilere ihtiyaç vardır.
İşte, her şeyden evvel, nübüvvet hânesinde olan bu temiz ve pak peygamber hanımları, kadınlık âlemine karşı yol göstericilik ve tebliğ vazifesinin sorumluları ve nakilcileri bulunmaları itibarıyla, peygamber için de, peygamberlik için de; kadınlık âlemi için de gerekli, hatta olmazsa olmaz durumdadırlar.
B) Diğer bir husus da umumî mânâda Efendimiz (sav)’in eşleriyle alâkalı oluyor ki, o da:
     1) Eşler arasında, yaşlı, orta yaşlı ve gençler bulunması itibarıyla, bu devre ve dönemlerin hepsine ait çeşitli dini hükümler bina ediliyor. Ve bizzat Peygamber (sav) hânesi içinde bulunan bu pâk eşler sayesinde uygulama imkânı buluyordu.
     2) Eşlerin her birerleri, çeşitli kabilelerden olması sebebiyle, evvelâ o kabileler arasında; sonra da Efendimizin (sav) muazzez şahsiyetiyle akrabalık bağının kurulduğu bütün cemaatler içinde, köklü bir sevgi ve alâkaya yol açılıyordu. Her kabile ve oymak, O’nu, kendinden biliyor, din hissinin yanında, cibillî bir akrabalık bağıyla O’na karşı derin bir alâka hissediyordu.
     3) Her kabileden aldığı kadın, O’nun hayatında ve ebedi aleme göçmesinden sonra, kendi cemaati arasında çok ciddî dinî hizmete vesile olabiliyor; uzak yakın bütün akrabalarına, Efendimizin (sav) gizli ve aşikâr bütün sünnetleri ve dini hükümler noktasında tercümanlık yapıyordu. Bu sayede O’nun kabilesi de, kadın ve erkeğiyle, Kur’ân’ı, tefsiri, hadîsi ondan öğreniyor ve dinin ruhuna vâkıf olabiliyordu.
     4) Bu evlilikler vasıtasıyla, Peygamber Efendimiz (sav), âdeta bütün Arap Yarımadası ile yakınlık tesis etmiş gibi, her hânenin, teklifsiz misafiri hâline gelmişti. Herkes bu yakınlık vasıtasıyla O’na yaklaşabiliyor ve dinîn emirlerini öğrenme fırsatını buluyordu. Aynı zamanda bu ayrı ayrı aşiretlerin her biri, bir çeşit, kendini O’na yakın sayıyor ve bununla iftihar ediyordu.
Mahzumoğulları, Ümmü Seleme vasıtasıyla; Emevîler, Ümmü Habîbe vasıtasıyla; Hâşimîler, Zeynep bintü Cahş (r.anha) vasıtasıyla kendilerini ona yakın kabul edip, bahtiyar sayıyorlardı...
C ) Buraya kadar olanlar umumî mânâda ve bazı yönleriyle de diğer peygamberlere şâmil olacak şekilde idi. Şimdi bir de hususî mânâda ve teker teker her eşinin hususi faziletleri noktasında, meseleyi ele alalım:
Evet, burada dahi göreceğiz ki; insan mantığı, vahiy ile desteklenen o Zât’ın (sav) mübarek hayatı karşısında toprak kadar aşağı kalıyor; diğer bir tabirle insan düşüncesi vahyin gölgesi altında bulunan bu büyük dahi önünde iki büklüm oluyor.
     1) İlk zevceleri Hz. Hatîce (r.anha) validemizdir.
Kendinden on beş yaş daha büyük olan bu nâdîde kadınla izdivaçları, her evlilik için en büyük örnek mahiyetindedir. O, bütün bir hayat boyu, derin bir vefâ ve sadakatle Hz. Hatice validemizin aziz hatıralarına bağlı kaldığı gibi, vefatından sonra dahi O’nu hiçbir zaman unutmamış, hatta her vesile ve fırsatta O’ndan bahisler açmıştır.
Hz. Hatîce’den sonra Peygamberimiz (sav) dört beş sene evlenmediler. Başlarında birçok yetim bulunmasına rağmen, onların külfetlerine katlanıp, bir bakıma hem annelik, hem de babalık vazifesini yürüttüler. Farzımuhal, öncesinde ve sonrasında kadınlara karşı küçük bir zaafı olsaydı, böyle mi hareket ederlerdi?..
      2) Sıra itibarıyla olmasa bile ikinci zevceleri, Âişe-i Sıddîka’dır (r.anha).
En yakın arkadaşının kızı; acı tatlı bütün bir hayatı beraber yaşayan bu büyük insana karşı, nebînin en müstesna ikramıdır. Bütün yakınlıkların, akrabalıkların sona erdiği günde, sona ermeyen yakınlığıyla O’nun yanında bulunma şerefi ancak bu sayede olacaktır. Evet, Âişe-i Sıddîka ile, Hazreti Ebû Bekir, maddî mânevî hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde Efendimiz’e (sav) yakın olma şerefine mazhar olmuşlardı.
Ayrıca, Hz. Âişe gibi çok zeki bir müstesna insan, nübüvvet davasına tam vâris olabilecek yaradılışta idi. Evlilikden sonraki hayatı ve daha sonraki hizmetleriyle kendini ispatlamıştır ki; o eşsiz varlık, ancak peygamber eşi olabilirdi. Zira o, yerinde en büyük hadisçi, en mükemmel tefsirci ve en nâdide fıkıhçı olarak kendini gösteriyor, Efendimizin (sav) görünen görünmeyen bütün tüm hallerini emsâlsiz kavrayışıyla, hakkıyla temsil ediyor ve yansıtıyordu.
Bunun içindir ki; Efendimiz (sav)’e rüyasında, onunla evlelik yapacağı işâret ediliyor ve henüz gözlerine başka hayal girmeden Peygamber hânesine ayak basıyordu...
Bu sayede o, Hz. Ebû Bekir (ra) için şeref kaynağı olacak ve kadınlık âlemi içinde, bütün istîdat ve kâbiliyetlerini geliştirerek, Efendimiz (sav)’in en başta talebelerinden biri olma hüviyetiyle, büyük muallim ve tebliğci olmaya hazırlanacaktı. İşte böylece, o da hem bir zevce, hem de bir talebe olarak Efendimizin (sav) saadet hânesine girmiş bulunuyordu.
     3) Yine evlenme sırasına göre olmamakla beraber üçüncü eşleri, Ümmü Seleme’dir (r.anha).
Mahzum Oymağı’ndan ve ilk Müslümanlardan olan Ümmü Seleme, Mekke’de büyük zorluklar görmüş; ilk olarak Habeşistan’a, ikinci defa da Medine’ye hicret etmiş ve o günkü şartlara göre ilk saftakiler arasında yer almıştı.
Kendisiyle beraber bu uzun ve meşakkatli yolculuklara katlanan bir de kocası vardı. Ve, Ümmü Seleme’nin nazarında eşi, benzeri olmayan bir insandı. Bütün çile devrini beraber yaşadığı, bu eşsiz hayat arkadaşı Ebû Seleme’yi Medine’de kaybedince çocuklarıyla baş başa kaldı. Yurdundan, yuvasından uzak, bir sürü yetimle hayat külfetini yüklenmiş bu kadına, ilk şefkat elini, Ebû Bekir ve Ömer (ra) uzatırlar; fakat o bu talepleri reddetti. Zira onun gözünde Ebû Seleme’nin yerini dolduracak insan yoktu.
Nihayet, izdivaç teklifiyle Allah Resûlü (sav) ona el uzattı. Bu izdivaç da gayet tabiîydi, zira İslâm ve iman uğrunda hiçbir fedâkârlıktan geri olmayan bu benzersiz kadın, Arab’ın en soylu oymağı içinde uzun zaman yaşadıktan sonra yapayalnız kalmıştı ve dilenciliğe terk edilemezdi. Hele ihlâs, samimiyet ve İslâm için katlandığı şeyler düşünülünce, ona muhakkak ki el uzatılmalıydı. Ve, işte Kâinatın Efendisi (sav), onu nikâhı altına alırken bu yardım elini uzatmıştı. Evet, gençliğinden beri yaptığı; kimsesizleri görüp gözetme ve yetimlere el uzatma iş ve vazifesini, o günkü şartların iktizasına göre bu şekilde yerine getiriyordu.
Ümmü Seleme de Hz. Âişe gibi zeki, kapasiteli ve kabiliyetli bir kadındı. Bir muallim ve tebliğci olma kabiliyetlerini taşımaktaydı. Onun için bir taraftan şefkat eli onu, himâyeye alırken diğer taraftan da, bilhassa kadınlık âleminin kıyamete kadar şükran duyacağı bir talebe daha ilim ve irşat medresesine kabul ediliyordu.
Yoksa, altmış yaşına yaklaşmış Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav)’in, bir sürü çocuğu olan dul bir kadınla evlenmesini ve evlenip bir sürü külfet altına girmesini, başka hiçbir şeyle izah edemeyiz. Hele şehevîlik ve kadınlara düşkünlükle aslâ ve kat’â!..
     4) Bir diğer zevceleri de Remle binti Ebî Süfyan’dır (Ümmü Habîbe) (r.anha).
Peygamber (sav) ve peygamberlik karşısında bir müddet küfrü temsil eden birinin kızı... Bu da ilk Müslüman olanlardan ve birinci safta yerini alanlardandı. Çile devrinde Habeşistan’a hicreti, orada kocasının önce Hristiyanlığı kabul etmesini, sonra da vefâtını görmüş çok sıkıntılar çekmiş bir kadın...
O gün sahabi, sayı itibarıyla az; mal yönünden fakirdi. Herhangi birine bakacak, geçim sıkıntısına ortak olacak durumları yoktu. Buna göre, Ümmü Habîbe ne yapacaktı? Ya din değiştirip, Hristiyanların yardımına mazhar olacak; ya küfür yuvası olan baba evine dönecek veya kapı kapı dolaşıp dilenecekti. Bu en dindar, en soylu, aile itibarıyla en zengin kadının bunlardan hiçbirini yapması mümkün değildi. Bir tek şey kalıyordu; o da Efendimiz (sav)’in müdahalesi ve yardımı...
İşte, Ümmü Habîbe ile izdivaçta da bu yapılıyordu. Dini için her türlü fedakârlığa katlanmış bu kadın, yurdundan yuvasından uzak; zenciler arasında; kocasının dinden çıkması ve vefâtı kendisini binbir sıkıntılara uğrattığı günlerde; Necâşi’nin huzurunda, Peygamberimiz (sav) İle nikâhının kıyılması gibi en tabiî bir şey yapılıyordu. Bunu değil kınamak “Rahmeten li’l-Âlemîn” olmanın gerektirdiği bir hususun gerçekleşmesi sayarak alkışlamak lâzımdır.
Kaldı ki; bu büyük kadının da, emsâli gibi kadın erkek Müslümanların irfan hayatına getireceği çok şey vardı. O da bu suretle hem bir zevce hem de bir talebe olarak, o saadethâneye intisap ediyordu.
Aynı zamanda bu evlilik sayesinde, Ebû Süfyan ailesi de Peygamberimizin (sav) hanesine teklifsiz girip çıkma imkânını elde ediyor ve değişik bir bakış kazanarak yumuşamış oluyordu. Hem değil sadece Ebû Süfyan ailesi, belki bütün Emevîler’de tesirini gösterecek bir hâdise olma karakterinde. Hatta denebilir ki; alabildiğine sert ve dışa kapalı olan bu aile, Ümmü Habîbe’nin nikâhı sayesinde oldukça yumuşadı ve her türlü hayrı kabul etmeye hazır hâle geldi.
     5) Saadet hânesine girenlerden biri de Zeyneb bint-i Cahş’dır (r.anha).
Alabildiğine asil ve o kadar da ince, iç derinliğine sahip Hz. Zeyneb, Sultân-ı Enbiyâ (sav)’ın yakın akrabası ve yanı başında büyüyen, gelişen bir kadındı. Efendimiz (sav), Zeyd (ra) için O’nu talep ettiği zaman, ailesi biraz çekimser kalmış ve bu arada Efendimiz (sav)’e verme temâyülünü göstermişlerdi. Sonunda Peygamberimizin (sav) ısrarıyla Zeyd b. Hârise (ra)’e vermeye râzı olmuşlardı.
Zeyd, bir zamanlar hürriyetini yitirmiş; esirler arasına girmiş ve sonra Kâinatın Efendisi (sav) tarafından hürriyetine kavuşturulmuş bir âzâtlı idi. Peygamber Efendimiz (sav) bu izdivaçtaki ısrarıyla, insanlar arasındaki eşitliği tesis, kuvvetlendirerek dengeyi sağlamak istiyor ve bu zor işe de, yine yakınlarıyla başlıyordu. Ne var ki, Zeyneb gibi çok yüce fıtratlı bir kadın, emre uyarak gerçekleştirdiği bu evliliği, uzun sürdüremeyecek gibiydi. Bu evlilik, Zeyd için de bir şey getirmemiş ve sadece bir ızdırap ve hasret olmuştu.
Nihayet boşama hâdisesi oldu; fakat Efendimiz (sav) Zeyd’i vazgeçirmeye ve evliliğin devam ettirilmesine çalışıyordu. Tam o esnada, Cibrîl (as) geldi ve semâvî fermanla, Zeyneb’in Peygamber Efendimiz (sav) ile izdivaç etmesi emrini getirdi. Efendimiz (sav)’in mâruz kaldığı imtihan oldukça ağırdı; zira, o güne kadar, kimsenin cesaret edemediği bir şey yapılıyor ve yerleşmiş, kök salmış âdetlere karşı, ilân-ı harp ediliyordu. Bu çok çetin bir mücadeleydi. Ancak Allah emrettiği için yapılabilirdi. Ve işte Efendimiz (sav), derin bir kulluk şuuruyla, nezih şahsiyetine karşı çok ağır gelen bu işi yaptı. Hz. Âişe’nin dediği gibi,

Alıntı:"Farzımuhal, Peygamberimiz (sav)’in, Kur’an’dan bir şeyi saklaması câiz olsaydı Zeyneb’le evliliğini emreden âyetleri gizlerdi."
Evet, bu Efendimiz’e (sav) o kadar ağır gelmişti...
İlâhi hikmet ise, bu temiz ve yüce varlığı, Peygamber (sav) hânesine sokmak, ilim ve irfan yönüyle hazırlamak, irşat ve tebliğle vazifeli kılmak istiyordu. Nihayet, öyle de oldu. Ve daha sonraki nezih hayatı boyunca, peygamber zevceliğinin iktizâ ettiği inceliklere riâyet etti.
Ayrıca, cahiliye devrinde, evlâtlıklara evlât deniyor ve onların eşleri de aynen evlâdın eşi gibi kabul ediliyordu. Cahiliyeye ait bu âdet, kaldırılmak murat buyurulunca, yine tatbikata Efendimiz (sav) ile başlanıldı. Herhangi bir kimseye “evlâdım” demekle, evlâdınız olamayacağı gibi, “evlâdım” dediğinizin zevcesi de gelininiz olamaz. (Ahzâb, 33/4)
     6) Saadet hânesine girmekle şereflenenlerden biri de Cüveyriye bintü’l-Hâris’dir (r.anha).
Gayrimüslim olan kabîlesine karşı harp edilmiş ve kadın erkek esir edilmişlerdi. Hissiyatı alt üst olmuş, gururu kırılmış bu saray mensubu kadın, Pergamberimiz (sav)'in huzuruna getirildiğinde, kin ve nefretle doluydu.
İşte o zaman Efendimiz (sav), yağdan kıl çekme kolaylığı içinde meseleyi bir hamlede halletti. Peygamber Efendimiz (sav) Hz. Cüveyriye (ra) ile nikâh kıyınca, Cüveyriye, mü’minlerin anası mevkiine yükseldi ve sahabenin bakışında bir hürmet âbidesi hâline geldi. Hele Ashâb-ı Resûlullah, “Peygamber’in akrabaları esir edilmez.” deyip, ellerindeki esirleri bırakınca, hem Cüveyriye (ra) hem de onun aşiretinin gönlü fethediliverdi.
Görülüyor ki, Peygamberimiz (sav) altmış yaşları dolaylarında, yaptıkları bu izdivaçta dahi pek çok meseleyi bir çırpıda hallediyor; kızıl kıyamet hâdiselerin içinde, barış ve sükûn meltemleri estiriyordu.
      7) Talihliler arasına karışanlardan birisi de Safiyye bintü Huyey’dir (r.anha).
Hayber emirlerinden birinin kızı. Meşhur, Hayber Vak’ası’nda, babası, kardeşi ve kocası öldürülmüş; kabilesi de esir edilmişti. Safiyye (ra) büyük bir öfke ve intikam hırsıyla yanıp tutuşuyordu. Nikâh akdedilip, mü’minlerin hürmet duyacağı, Efendimiz (sav)’e zevce olma muallâ mevkiine yükselince, hem Ashab’ın (ra) “Anam, anam” diyerek hürmet göstermeleri ve hem de Efendimiz (sav)’in eritici ve tüketici yüceliği karşısında, Hz. Safiyye (ra) olup biten her şeyi unuttu ve Peygamberimiz (sav)’e zevce olmakla iftihar etmeye başladı.
Ayrıca, Hz. Safiyye vasıtasıyla pek çok Yahudi’nin, Efendimiz (sav)’i yakından görüp tanıma ve yumuşama imkânı da doğuyordu. Bir şeyle her şey yapan ve bir fiilinde binler hikmet bulunan Hazreti Allah (cc) bütün izdivaçlarda olduğu gibi, bunda da pek çok hayır ve bereket yaratmıştı.
Bundan başka, düşmanların iç âleminden haberdar olma bakımından, ümmetine bir ders vermiş olabileceğini zikretmek de uygun olur zannederim. Hazreti Safiyye ve emsâli ayrı milletlerden olan kadınların, o milletlerin iç durumlarına nüfûz bakımından büyük ehemmiyeti vardır; elverir ki insan onların hâin olanlarıyla kendi sırlarını düşmanlara kaptırmasın.
     8) Bu bahtiyarlardan biri de Hz. Sevde (r.anha) Validemizdir.
İlk safta yerini alanlardan; kocasıyla Habeşistan’a hicret edenlerden ve Ümmü Habibe’nin kaderine benzer şekilde, kocasının vefatıyla ortada kalanlardan.
Efendimiz (sav), bu kalbi kırığın da, yarasını sardı; onu perişan olmadan kurtardı ve ona enis oldu. Zaten sadece Efendimiz (sav)’in nikâhı altında bulunmayı düşünen bu büyük kadının, dünya adına istediği başka hiçbir şey de yoktu.
İşte bütün izdivaçlarında, bu türlü hikmet ve maslahatlar bulunan Peygamber Efendimiz (sav) hiç mi hiç nefsânî duygularıyla bu işin içine girmemiştir. Ya Râşid Halifelerin ilk ikisine karşı olduğu gibi, vezirleriyle bir yakınlık tesis etme ve zevcesi olacak kadındaki istîdat ve kabiliyet; veya teker teker, diğerlerinde gördüğümüz gibi, başka hikmet ve maslahatlarla evlenmiş ve büyük yük ve yükler altına girmiştir.
Bunlardan başka, Peygamber Efendimiz (sav)’in bu kadar kadının, kalacak yer, gıda, elbise gibi ihtiyaçlarını, en âdil şekilde temin etmesi ve onlara karşı muâmelesinde kılı kırk yararcasına, adâlet ve hukuklarına dikkat etmesi; aralarında meydana gelmesi muhtemel huzursuzlukları peşinen önlemesi, meydana gelen problemleri yağdan kıl çekme rahatlığı içinde halletmesi, Bernard Shaw’ın ifadesiyle “En büyük problemleri kahve içme kolaylığı içinde halleden,..” O müstesna Zât’ın peygamberliğine delâlet eder...
Bir kadın ve bir iki çocuğun dahi, idaresinin ne kadar müşkül olduğunu gören ve bilen bizler; daha evvel başka yuvalar kurmuş; başka âile yapılarına şâhit olmuş; girdiği yuvalarda farklı mizaçlar kazanmış pek çok kadını, bir şiir âhengi ve ritmi içinde idare eden, o muallâ ve aziz varlık karşısında iki büklüm oluyoruz.
Bir husus kaldı ki, o da, zevcelerin adedinin, ümmetine meşru kılınan adedin üstünde olma durumudur. Bu, bir hususî durumdur. Evet, bildiğimiz ve bilemediğimiz pek çok maslahat ve hikmetleri içerisinde barındıran bir hususî kanundur. Bir müddet bu mevzuda mutlak izin verilmiş; belli bir müddet sonra ise sınır konmuş ve evlenmesi yasak edilmiştir.(Ahzâb, 33/52)
     9) Bir diğer eşi Hafsa binti Ömer el- Hattab'dır.
Mü'minlerin annesi, Rasûlullah (sav)'ın eşi, Hz. Ömer'in kızı. Hz. Hafsa, Hz. Peygamber (sav)'in risaletinden beş sene önce doğdu. Annesi büyük sahabî Osmân b. Maz'un'un kız kardeşi Zeyneb'tir.
Hz. Hafsa'nın İslâm'ı ne zaman kabul ettiği bilinmemektedir. Hz. Ömer'in İslâm'ı kabulünden sonra bütün aile ve yakınlarının Müslüman olduğu bilgisinde yola çıkılarak, onun da babası ile birlikte Müslüman olduğu söylenebilir.
Mü'minlerin annesi Hz. Hafsa daha önce Huneys b. Huzafe, es-Sehmî ile evlenmişti. Huzafe Habeşistan'a hicret eden Müslümanlardandır. Hz. Hafsa'nın da bu hicrete katıldığı yolunda rivâyetler bulunmaktadır. Habeşistan'dan dönen Huzafe daha sonra eşi Hz. Hafsa ile birlikte Medine'ye hicret etti.
Hz. Huneys b. Huzâfe, Uhud savaşına katılmış ve ciddi biçimde yaralanmıştı. Bu yara sonucu Medine'de şehid oldu. Hz. Hafsa beyinin yarasını bizzat kendisi tedavi etmeye çalışmıştır. Vefatına bir hayli üzüldü ve yas tuttu. Nihayet Hz. Ömer dul kalan kızını Hz. Ebû Bekr'e nikâhlamak istedi. "İstersen Ömer'in kızı Hafsa'yı sana nikâhlayayım." şeklindeki teklif, Hz. Ebû Bekr tarafından cevapsız bırakıldı. Hz. Ömer, bu kez de Hafsa'yı o günlerde eşi Rasûlullah (sav)'in kızı Rukiyye vefat ettiği için yalnız olan Hz. Osman'a teklif etti. Eşinin vefatından dolayı üzüntü içindeki Hz. Osman'a: "İstersen sana Ömer'in kızı Hafsa'yı nikâhlayayım." dedi. Hz. Peygamber'in kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmeyi uman Hz. Osman, bir süre düşündükten sonra, "Şu günlerimde evlenmem doğru değil." diyerek özür diledi.
Gerçek bir Müslümana yakışacak bir davranışla kızını salih bir mü'mine nikâhlamak için çaba harcayan Hz. Ömer, neticeye ulaşamayınca büyük bir üzüntü içinde Hz. Peygamber (sav)'e gitti. Söz arasında "Ya Rasûlullah, Osman'a şaşıyorum. Hafsayı nikahlamayı teklif ettim, yanaşmadı." diye dert yanınca Hz. Peygamber (sav),
Alıntı:"Sana Osman'dan daha hayırlı bir damad, Osman'a da senden daha hayırlı bir kaynata tavsiye edeyim mi?" dedi. Hz. Ömer,
"Evet Ya Rasûlullah." deyince,
"Sen kızın Hafsa'yı bana nikâhlarsın, ben de kızım Ümmü Gülsüm'ü Osman'a nikahlarım." buyurdu.
Bu teklif karşısında bütün dünyalar Hz. Ömer'in olmuştu. Allah Rasûlü (sav) ile akrabalık kurmak hususunda büyük bir istek duymasına rağmen teklif etmek cesaretini gösteremiyordu. Çünkü Hz. Hafsa, Hz. Âişe'nin deyimiyle, "Tam babasının kızı idi.", yani biraz sertti. Rasûlullah (sav) ise bu teklifi ile Hz. Ömer'in duyduğu şiddetli arzuyu gerçekleştirerek hem aralarındaki yakınlığı pekiştirmek, hem de onun İslâm'a yaptığı hizmetleri ödüllendirmek istemişti.
Rasûlullah (sav) ile Hz. Hafsa'nın düğünleri hicrî üçüncü yılın ortalarında yapıldı. Hz. Peygamber (sav) Hz. Hafsa'ya dört yüz direm, yani 1188 gram gümüş' mehir verdi.
Hz. Hafsa, Rasûlullah (sav)'in irtihalinden sonra son derece mütevâzî ve dindarca bir hayat sürmüştür. Kendisinden, bir kısmını doğrudan Rasûlullah (sav)'tan, bir kısmını da babasından aldığı altmış hadîs rivâyet edilmiştir. Okuma yazma bilen Hz. Hafsa hicretin kırk beşinci yılında vefat etmiş ve cenaze namazını zamanın Medine valisi Mervân kıldırmıştır. Bir rivâyete göre kırk birinci hicrî yılda vefat etmiştir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu konuyu yazdır

  Resulullah, yirmi dokuz deve verip bir elbise mi almış?
Yazar: SanalikaForum - 19-05-2017, 16:55 - Forum: Hz. Muhammed (asm) - Yorum Yok

Soru Detayı
Resulullah, yirmi dokuz deve verip bir elbise (hulle-sevb) satın aldı, rivayeti var mı, sahih mi? (Kettani, te-Teratibü’l-idariyye, 2/310)
Peygamberimizin bir elbise için bu kadar ücret vermesinin mutlaka bir hikmeti olmalı?

Cevap
Değerli kardeşimiz,
Evet, bu konuda bazı rivayetler vardır.
Ancak bu rivayetlerin tamamı dikkate alındığında, Peygamber Efendimize bir müşrik tarafından hediye edilmek istenen çok pahalı bir elbiseyi, satın almak durumunda kaldığı anlaşılmaktadır.
Ayrıca bu elbiseyi bir defa giydikten sonra, bir sahabiye hediye etmiştir.
İlgili rivayetler özetle şöyledir:
“Hz. Peygamber (asm) bir el­biseyi (râvi hülle veya sevb dedi) yirmi dokuz deveye satın aldı.” (İbn Sa’d, Tabakat, I, 461)
Üsame b. Zeyd'in biyografisinde verilen bilgiler, konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olmaktadır:
O sırada müşrik olan Hakîm b. Hizam elli dinara satın aldığı Zîyezen'e ait elbiseyi Resulullah'a hediye etmek istedi. Resulullah "Biz müşrikten hediye kabul etmeyiz, fakat eğer onu gönderirsen ücretiyle alırız. Onu kaça aldın ?" buyurdu. O "elli dinara" (bir dinar yaklaşık 4 gram altın) dedi. Resulullah (asm) elbiseyi aldı, sonra giydi ve cuma için minbere çıkıp oturdu. Sonra indi ve elbiseyi Üsâme b. Zeyd'e giydirdi. (İbn Sa’d, Tabakat, IV, 65)
Buna göre, o zaman henüz Müslüman olmamış bir müşrikten hediye almak istemeyen Peygamber Efendimiz, bu değerli elbisenin karşılığını vererek satın almış, daha sonra da Hz. Üsame’ye giydirmiştir.
Peygamber Efendimiz (asm), Hakem b. Hizam’ın gönlünü İslama ısındırmak için böyle bir yol izlemiş olabilir. Nitekim, daha sonra Huneyn ve Taif gazvelerine katılan Hakim’i Hz. Peygamber müellefe-i kulûbdan sayarak kendisine Huneyn ganimetlerinden yüz deve vermiştir.
Son derece cömert ve hayırsever olan birine, ancak bu şekilde davranmak hikmete uygun olur.
Nitekim, cömertliğiyle meşhur olan Hakîm b. Hizam, Cahiliye devrinde yüz köle azat etmiş ve fakirlere yüz deve bağışlamıştır.
Hakîm Müslüman olduktan sonra da hayır işlerine devam etmiş, bir hac mevsiminde yüz köle azat ettiği ve kurbanlık olarak yüz deve kestirdiği rivayet edilir.
Ayrıca, ticaretinin bereketli olması hususunda Resûl-i Ekrem’in hayır duasına mazhar olan Hakîm, Hz. Ömer’in divandan kendisine tahsis ettiği atıyyeyi kabul etmemiş, Cemel Olayında öldürülen amcasının oğlu Zübeyr b. Avvam’ın borçlarının yarısını ödemeyi üzerine almıştır. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Hakim b. Hizam md.)
Bütün bunlar dikkate alındığında, Peygamber Efendimizin kendisine hediye edilmek istenen bir elbiseyi, yirmi dokuz deve vererek satın almasının hikmetleri daha iyi anlaşılacaktır..

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu konuyu yazdır

  Ledüd Hadisi’ne göre, Hz. Peygamber ölümden korkuyor muydu?
Yazar: SanalikaForum - 19-05-2017, 16:53 - Forum: Hz. Muhammed (asm) - Yorum Yok

Soru Detayı
İnternete Ledüd Hadisi diye arattırınca bir hadis çıkıyor bir sürü de sağlam kaynağı var gözüküyor, zaten hadisle ilgili sorular bolca zikredilmiş siz de bilirsiniz, bu hadisin mahiyeti nedir nasıl anlamalıyız iddialara basıl cevap verebiliriz?
İddia şöyle:
“Resulullah’ın hayatının son günlerinde, hastalığı iyice ağırlaştığı bir sırada, Resulullah’ın hanımları veya ashabından bazısının tavsiyesiyle, sancılanan kimselere verilen acı bir ilacı, Allah Resulü’nün ağzına döküyorlar. Resulullah uyandığında ağzının acılığını hissedince, yemin ederek orada bulunan herkesin ağzına aynı ilaçtan dökülmesini emrediyor; amcası Abbas hariç (çünkü o bu işe müdahale etmemişti). Meclistekiler bu işte bir art niyetlerinin olmadığını beyan ediyorlarsa da nafile; bir kere Resulullah bu işin yapılması gerektiğine dair and içmiştir. Böylece oradakilerin hepsinin ağzına birer birer ilaçtan dökülüyor! Hatta Resulullah’ın hanımlarından birisi (Meymûne), ısrarla oruç olduğunu söylüyor; fakat Resulullah and içmiştir diye onun da sözünü dinlemeyerek ağzına ilaç dökülüyor..!” (Sahih-i Buhârî, Tıp Kitabı, Ledüd Bâbı, Sahih-i Müslim, Selam Kitabı, Ledüd ile Tedavinin Mekruhluğu Bâbı, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 6, s. 118, Sünen-i Tirmizi, c. 3, s. 265)
Düşünün islami kaynaklara göre peygamberin etrafında ona en yakın isimler var bunlar “ailem” dediği insanlar.
Bu insanlar neden art niyetleri olmadıklarını beyan etme ihtiyacı duyarlar ki..?
Madem Muhammed’e iman etmişler, kaynaklara göre ölesiye ona bağlılar, neden aralarında böyle bir güvensizlik var..?
Peygamberin bir hanımı “oruçluyum” dediği halde bile zorla ilacı içirmeye kadar iş varmış, yetmedi odadaki herkez (amcası hariç) bu ilaçtan içmek zorunda kalmış. İlk bakışta akla gelen bu sorulara verilebilecek cevap nedir..?
Ancak zehirlenme korkusu yaşayan ve çevresindeki insanlara da güveni olmayan biri bu tip davranış sergileyip istekte bulunabilir. Bu tepkiler açıkca öldürülme korkusu yaşadığının da kanıtıdır.
Ölümden korkan bir peygamber size mantıklı geliyor mu..?”
Bu tür iddaşara ne dersiniz?

Cevap
Değerli kardeşimiz,
Bu konudaki hadisler için bk. Buhari, Tıb,  h. no: 5712; Müslim, Selam, 2213; Tirmizi, h.no: 2047, 2053.
Bu konuda değişik yorumlar vardır. Kısaca onları ve kendi anladığımızı maddeler halinde aktarmaya çalışacağız:
a) Hadiste geçen “Ledud” kelimesi, herhangi bir ilacın hastanın ağzının bir tarafına konulması veya dökülmesidir.  Yani, Ledud  belli bir ilaç değildir. Bilakis, bir ilacın ağzın bir tarafına dökülme/konulma şekline ledud denir. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 1/183; Tuhfetu’l-ahvezi, 6/170; Lisanu’l-Arab; Mucemu’l-Maani; el-Mucemu’l-Vasit, LDD maddesi)
Bir hadiste “sizin tedavi olacağınız en güzel şey Leduddur” manasındaki ifadeye yer verilmiştir. (bk. İbnu’l-Esir, en-Nihaye, 4/245)
Bu hadiste kullanılan Ledud kelimesi belli bir ilaç değil, ağızdan alınan tedavi şeklidir. Nitekim, buruna damlatılan tedavi şekline de “Saut” denir. Hadiste “hayırlı tedavi şekli. Ledud, saut..” olduğu bildirilmiştir (bk. Tirmizi, h.no: 2047)
Yani, en güzel tedavi şekli ağızdan veya burundan alınan ilaçlarla yapılan tedavi şeklidir.
b) Hiç bir kaynakta bunun “acı bir şey” olduğuna rastlayamadık.
Demek ki bu hadiste, Hz. Peygamberin, acı bir ilaçtan canı yandığı için onların da aynı ilaçtan içmelerini emretmiş olduğu anlamı bir hayal mahsulüdür.
c) Hz. Peygamberin oradakilere aynı ilacı içmelerini emretmesi, fıkhi bir hükmü öğretmeye yöneliktir. Bir kimseye, istemediği bir muamele yapılırsa, -affedilmediği takdirde- kısasa tabi olabilir. (bk. İbnu’l-Esir, a.g.y)
d) Hz. Peygamberin bu davranışı, bu işi yapanlara bir cezadır. Çünkü, Hz. Peygamber işaretle de olsa bu tedaviyi istemediğini söylediği halde, onlar bu sözlerini hastalığına vermiş ve onun bu olumsuz emrine uymamışlardır. (bk. İbn Hacer, a.g.e, 8/147)
e) Hz. Peygamberin bu davranışı, ne bir kısas, ne de bir intikam değil, emrine uymadığı için yaptığı bir tedip, bir terbiyedir. (bk. İbn Hacer, a.g.y)
f) Soruda geçen “Bu insanlar neden art niyetleri olmadıklarını beyan etme ihtiyacı duyarlar ki..?” ifadesi bir art niyetin uydurmasıdır. Çünkü hadiste böyle bir ifade yoktur.
Oradaki ifadeler şöyledir:
Hz. Peygamber “Ben size bana ilaç vermeyin,  demedim mi?” dediğinde,  orada bulunanlar “Efendim, Siz hasta olduğunuz için ilaç kullanmayı istemediğinizi düşündük” dediler. Bunun neresinde art niyet vardır?
g) Sorudaki “Madem Muhammed’e iman etmişler, kaynaklara göre ölesiye ona bağlılar, neden aralarında böyle bir güvensizlik var..?” şeklindeki düşünce de bir art niyetin ürünüdür.
Zira burada hiç bir güven sorunu yoktur. İddia sahibi, bununla Hz. Peygamber ile ashabı arasında bir güvensizlik olduğunu, bunun da onların imanlarının sağlam olmadığını ima etmiştir.
Oysa, Hz. Peygamberin vefatından sonra da sahabelerin onun davası uğruna canlarını verdikleri, onlarca tarih ve siyer kaynaklarından öğreniyoruz.
Yaklaşık 15 asırdan beri müminler, Hz. Peygamberin getirdiği Kur’an’a karşı gösterdikleri saygı, her asırda binlerce insanın onu ezberlemesi, milyonlarca insanın her gün beş vakit namaz kılmaları, oruç tutmaları, zekat vermeleri, hacca gitmeleri, yani hem mal hem canlarıyla onun emirlerini harfiyen yerine getirmeleri, milyarlarca insanın ona olan samimi bağlılığını göstermektedir.
h) Sorudaki “Ancak zehirlenme korkusu yaşayan ve çevresindeki insanlara da güveni olmayan biri bu tip davranış sergileyip istekte bulunabilir. Bu tepkiler açıkça öldürülme korkusu yaşadığının da kanıtıdır. Ölümden korkan bir peygamber size mantıklı geliyor mu..?” iddiaları hiçbir delile dayanmamaktadır.
Hastanın bazen ilaç kullanmak istememesi çok yaygın olan bir realitedir. Hastanın bu tavrını “zehirlenmekten korktuğuna” bağlamak, vesvese hastalığına müptela olmuş, akli muhakemesini yitirmiş, her şeye şüpheyle yaklaşan hasta bir beynin kuruntusudur.
Kaldı ki, Hz. Peygamberin ölümden korkmadığına dair pek çok tarihi vesika vardır. Örneğin;
1) Huneyn günü, düşman okçuları Müslümanları pusuya düşürüp de onların üzerine ok yağdırmaya başlayınca, herkes büyük bir şaşkınlığa kapıldı ve -Hz. Peygamberle birlikte sekiz kişiden başka hepsi sağa- sola kaçıştılar.
Bu hali gören Fahr-i âlem Efendimiz pek üzüldü. Düldül adlı beyaz katırından yere inip kendilerini muzaffer kılması için Allah’a yalvardı. Sonra tekrar Düldül’e binip dağılan Müslümanlara “Ben Peygamberim yalan yok. Ben Abdülmuttalib’in oğluyum!” diye seslenmeye başladı. Bir yandan da düldülü düşmana doğru sürüyordu.
- Huneyn Savaşı’na yirmi yaşlarında bir genç olarak katılan ve bu savaşta büyük yiğitlikler gösteren Berâ bin Âzib’e bir adam: “Huneyn Savaşı’nda Resûlullah’ı yalnız bırakıp kaçtınız mı?” diye sordu.
Berâ b. Azib’in cevabı şu oldu:
“Fakat Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yerinden kımıldamadı.” (Buhârî, Cihâd 52; Müslim, Cihâd 80)
2) Hz. Ali radıyallahu anh Peygamber Efendimizin gerek Huneyn Savaşı’ndaki, gerekse diğer savaşlardaki konumunu şöyle dile getirmiştir:
“Savaş iyice kızıştığı zaman biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ e sığınırdık. Düşmana en yakın yerde o bulunurdu.
Bedir Savaşında hepimizin Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e sığınışımız hâlâ gözümün önündedir. Yine düşmana en yakın yerde o bulunuyordu. Huneyn Savaşı’nın yapıldığı gün, savaş meydanında yiğitlerin en cesuru o idi” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 86; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef VI, 426)
3) Abdullah b. Ömer radıyallahu anh da Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den daha yiğit ve kahraman birini görmediğini ifade ederdi. (Dârimî, Mukaddime 10)
Ashâb-ı kirâm, savaş meydanlarında en cesur adamın, Resûl-i Ekrem ile aynı hizada bulunan kimse olduğunu söylerdi. (Müslim, Cihâd 79)
Onunla aynı hizâda bulunmak demek, düşmana en yakın yerde bulunmak demekti.
4) Kuran’ın açık ifadesiyle, hicret esnasında müşriklerin, bulundukları mağaranın yanı başına geldiğini gören Hz. Ebubekir, telaş gösterdiği zaman, Hz. Peygamber, hiç bir telaş eseri göstermeden “Korkma, Allah bizimler beraberdir.” (Tövbe, 9/40) diyerek Allah’a olan imanını seslendiriyordu.
5) Birçok sahih kaynakta, Hz. Peygamberin ölüm döşeğinde bile, öleceğini değil, Allah’ın emri olan namazın kılınıp kılınmadığını düşünüyor ve Ebubekir’in namazı kıldırmasını emrediyordu.
6) Yine sahih kaynaklardan öğreniyoruz ki; Peygamberimiz sık sık cenneti tasvir ediyordu. Bu yüzden ölümden çok sık bahsediyordu.
Bir gün başı, daha önce hiç ağrımadığı kadar ağrımıştı. Fakat yine de mescide gitti. Namazdan sonra minbere çıkıp son defa yapıyormuş gibi Uhut şehitlerine rahmet diledi.
Daha sonra: "Allah'ın kulları arasında bir kul var ki, Allah onu dünya ile kendisi arasında bir seçim yapması konusunda serbest bıraktı. O da Allah'ı seçti.” buyurdu.
Bunun üzerine Ebû Bekir -Peygamberimizin kendisini kastettiğini ve yakında vefat edeceğini anlayarak- ağlamaya başladı..
İşte bu gerçekler gibi, daha yüzlerce hakikat var ki, Hz. Peygamberin ölümden asla korkmadığını göstermektedir. Aksini düşünmek imanla bağdaşmaz.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu konuyu yazdır

  Kuran’da Peygamberimizin isminin çok az geçmesinin Hikmet'i nedir?
Yazar: SanalikaForum - 19-05-2017, 16:52 - Forum: Hz. Muhammed (asm) - Yorum Yok

- Bir ismi de Hakim olan ve baştan sonra sayısız hikmetlerle dolu olan Kuran’da, bir şey ne kadar yer almışsa, en güzeli ve en mükemmeli odur. Elbette lüzumsuz tekrarların olmaması hikmetin gereğidir.
- Hz. Peygamberin ismi, şahsiyeti Arap toplulukları tarafından çok iyi biliniyordu. Daha fazla zikredilmemesi, buna bir işaret olabilir.
- Hz. Peygamber Kuran’da ismiyle değil, resmiyle/risalet göreviyle ön plandadır. Bu sebeple o hep nebi, resul, beşir, nezir gibi risalet göreviyle ilgili unvanları kullanılmıştır.
Bununla beraber, İsmi de yeteri kadar; Muhammed (asm) dört defa, Ahmed (asm) bir defa zikredilmiştir.
- Nitekim, Kuran’da diğer peygamberler isimleriyle çağrılırken (ya Musa! gibi), Hz. Muhammed hep peygamberlik unvanı olan resul, nebi kelimeleriyle çağrılmıştır(Ya eyyuherrasul! gibi).
Bununla diğer peygamberlerin görevlerinin bitmiş olduğuna, Hz. Muhammed’in ise kıyamete kadar görev başında olduğuna işaret edilmiştir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu konuyu yazdır

  Hz. Muhammed her şeyi bilir mi?
Yazar: SanalikaForum - 19-05-2017, 16:51 - Forum: Hz. Muhammed (asm) - Yorum Yok

a) Bu soruda iki şey soruluyor: Hz. Muhammed (sav)'e  evvelin ve ahirin tüm ilimlerinin öğretilmesi ve bunun Miraçta tahakkuk etmesi.
b) Taberani’nin rivayetinde yer alan “Ben her şeyi bildim ve gördüm” manasındaki ifade, her şeyden önce Miraç’ta değil, bir rüyada söz konusudur. (Taberani/el-Kebir, hno: 290)
Aslında hadisin metninde yer alan “ فعلمت من كل شيء وبصرته “ ifadesini şöyle anlamak mümkündür: “Her şeyden biraz bildim.” Çünkü “her şeyi bildim” ifadesinin Arapçası  فعلمت كل شيء    şeklindedir.
c) İmam Ahmed b. Hanbel de bu konuyu farklı yollarla rivayet etmiştir. (bk. Müsned, 5/438)
Müsned’i tahkik eden ve değişik muhaddislerin değerlendirmelerine yer veren Şuayb el-Arnavud ve diğerleri tarafından bu rivayetler zayıf kabul edilmiştir. (bk. Müsned, 5/438; 27/172; 36/423, 38/257’deki ta’likler/dipnotlar)
d) Tirmizi bu hadis rivayetleri için sırasıyla , “senedde meçhul bir ravinin bulunduğunu”  “hasen garip olduğunu” ve “hasen-sahih olduğunu” bildirmiştir. (bk. Tirmizi, hno: 3233-3234-3235)
Tirmizi konumuzla ilgili zikrettiği üç rivayetin her birinde farklı ifadeler yer almıştır. 3233’te: “göklerde ve yerdekileri bildim”; 3234’te “Doğu-Batı arasındakileri bildim”; 3235’te “Her şey bana tecelli etti ve tanıdım/bildim” şeklindedir.
e) Görüldüğü üzere, bu rivayetlerin hiç birinde “Hz. Muhammed (sav)'e miraçta evvelin ve ahirin tüm ilimlerinin öğretildiğine” dair bir ifade söz konusu değildir.
f) Bu açıklamalardan sonra konuyla ilgili genel çerçevede kısa bir değerlendirme yapmakta fayda mülahaza ediyoruz:
”İlm-i evvelin ve ahirin”den maksadın ne olduğunu tespit etmek gerekir. Bu kavramın iki ihtimali vardır:

Birincisi:
“Her şeyi bilmek.”
Bu anlamda peygamberler dahil hiç bir insan bu ifadenin muhatabı olamaz, hiç bir kimse “her şeyi” bilemez. Bu ancak sonsuz ilim sahibi olan Allah’a mahsus bir bilgidir.

İkincisi:
Hz. Adem’den kıyamete kadar gelen ve gelecek olan “insanların bildiği her şeyi bilmek.”
Bu mana daha dar bir çerçeveyi ifade etmekle beraber, bu bilginin de -peygamberler dahil- bir insan için söz konusu olmadığını düşünüyoruz ve bunun delillerini şöyle sıralayabiliriz:

1)
Önce şunu belirtelim ki,  Hz. Muhammed (asm), en son ve en büyük  peygamber olduğuna göre, diğer bütün peygamberlerden daha fazla ilim sahibi olması gerekir. Bunda şüphe yoktur. Çünkü büyüklüğün en büyük belgesi ilimdir.
2) Her şeyi bilmek veya bütün insanların ilmine sahip olmak, ne peygamberliğin gereği ne de gerekçesidir. O halde, açıkça bildirilmeyen böyle bir konuda yapılan iddiaların gereği yok fakat gereksizliği vardır.
3) Yukarıdaki hadis rivayetlerindeki ifadelerin hepsi, “ilahi hikmetin uygun gördüğü konularda, o güne, o ana, o vakte mahsus” bir ilimden haber verdiklerine delâlet etmekte ve Allah’ın bildirmesiyle öğrenilen bir bilgiyi göstermektedir. Bunu böyle anlamak ayrıca zaruridir. Çünkü;
4) Peygamber Efendimiz güneşin tutulduğu bir günde küsuf namazını kıldıktan sonra bir hutbe irad etti. Konumuzla ilgili ifadesi şu manadadır: “Şimdiye kadar görmediğim her şeyi, hatta cennet ve cehennemi de şu anda durduğum/bulunduğum yerde gördüm” (Müslim, Kususf, 11/905)
Bu hadiste “Şimdiye kadar görmediğim..” ifadesi, Peygamber Efendimizin “her şeyi bilmediğini” göstermektedir. “şu anda durduğum/bulunduğum yerde..” ifadesi ise, bu bilgilerin belli bir zaman dilimine mahsus olduğuna işaret etmektedir. Özellikle, Medine’de irad ettiği bu hadis, soruda yer alan “Miraçta ilm-i evvelin….” iddiasının doğru olmadığını göstermektedir.
5) Yine Müslim’in diğer bir rivayetinde güneşin tutulması münasebetiyle, Peygamberimizin irad ettiği hutbede şunları da söylemiştir:
“Kim benden bir şey sormak istiyorsa sorsun, Allah’a yemin ederim ki, şu yerimde bulunduğu sürece benden ne sorarsanız, mutlaka ondan size haber veririm.” (Müslim, h no: 136/2359)
Burada da “şu yerimde bulunduğu sürece benden ne sorarsanız, mutlaka ondan size haber veririm” manasındaki ifadesi de Peygamberimizin ilminin sınırsız olmadığı, Allah’ın bildirdiği takdirde bileceğini göstermektedir. Zira, o bilgi akışının o yerde, o belli vakitte olacağını -Allah’ın bildirmesiyle- bildiği için o sınırlandırmayı yapmıştır.
6) Fazla uzatmamak için, birer misal olsun diye, aşağıda meallerini vereceğimiz ayetleri açıklamaksızın, onları  tefekkür etme işini sizin ferasetinize havale ederek, yalnız meallerini vermekle yetineceğiz.
- “(Resûlüm!) Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem´i himayesine alacak diye kur´a çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; onlar (bu yüzden) çekişirken de yanlarında değildin.” (Al-i İmran, 3/44)
- “De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?” (Enam, 6/50)
- “De ki: "Ben kendim için bile Allah dilemedikçe hiçbir şeye kadir değilim:Ne fayda sağlayabilirim, ne de gelecek bir zararı uzaklaştırabilirim. Şayet gaybı bilseydim elbette (zararlı şeylerden korunmak için)hayırlı işleri çoğaltırdım, bana hiç fenalık da dokunmazdı. Ama ben iman edecek kimseler için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim." (Araf, 7/188)
- “De ki: Ey Rabbim! Benim ilmimi arttır.” (Ta Ha, 20/114)
- “O bütün gaybı bilir. Fakat gayplarını kimseye açmaz. Ancak, bildirmeyi dilediği bir elçiye bildirir. Bu durumda (mesajı korumak için) o elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler yerleştirir. Böylece (Allah) elçilerinin, Rab’lerinin mesajlarını gereğince tebliğ ettiklerini bilmek (yani fiilen görmek) ister. Doğrusu Allah, kullarının nezdinde ne var, ne yoksa her şeyi ilmiyle ihata etmiş, her şeyi bir bir kaydetmiştir.” (Cin, 72/26-28)
Bediüzzaman hazretlerinin bu açıklamalarımız teyit eden bazı ifadeleri, şöyledir:
“(Vahiy iki kısımdır: Birinci kısım vahy-i sarihdir). İkinci Kısım: "Vahy-i zımnî"dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasviratı, ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.
İşte her hadîste bütün tafsilâtına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir.” (Mektubat, 93)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu konuyu yazdır

Forumun saati Türkiye saatine göre ayarlanmıştır. Sonra bi yere geç kalınca SanalikaForum'dan şikayetçiyim demeyin.

Taklitlerimizden sakının/Grafikleri çalan Ajdar olsun.


Online Shopping App
Online Shopping - E-Commerce Platform
Online Shopping - E-Commerce Platform
Feinunze Schmuck Jewelery Online Shopping